www.gilaniler.org Sitesine

http://www.gilaniler.org/

12 Eylül Kabusu (ÖYKÜLER)


Yıl 1978. Genç bir insan!... Gündüzleri çalışıyor, geceleri Mehmet Beyazit Lisesine okula devam ediyordum. Tahminen 10 ila 15 kişiye varan bir arkadaş grubu ile güncel olaylara tavır takınacak kadar faal ve insiyatif sahibi bir gençtim. O dönemde Türkiye’de parsellenmeyen iş yerleri, mahalle, sokak, bölge ve okul, öğrenci yurtları kalmamıştı.
Bizlerin işçi, öğrenci oluşumuz genellikle sol görüşlülere daha cazip geliyordu. Emeğin kurtuluşu, insanlarin özgürlüğü ve özgür vatan, herkese iş vb. sol söylemler bizleri kendine çekiyordu .
Bu süre içinde çalıştığımız işyerleri sendika şubelerine ve işyeri temsilciliklerine habire yükleniyorduk ve kazaniyorduk. Çünkü karşımızdaki güçlerin yıllardır verdiği vaatler artık işçileri bezdirmişti. Yenilikler istiyordu; özgürlük, demokrasi, sendika seçme ve sendikal mücadele istiyordu. Bu mücadele fırtınası içinde bizler de öğrenci-gençlik olarak çalışıyorduk ve aydınlanıyorduk.
Gelinen noktada grev çadırlarında, öğrenci yurtlarında, boykotlarda ve yurt işgallerinde ve gecekondu semtlerindeki gecekondu faaliyetlerine bi’lfiil katılıyorduk. Eylemlerimiz ve faaliyetimiz tamamen ajitasyon ve propaganda çerçevesindeydi. Gençliğin vermiş olduğu coşku ve heyecanla, siyasi duruşumuz karşımızdaki ülkücü gençlik ve akıncı gençliğin okulu ele geçirme sevda ve girişimleri her seferinde boşa çıkıyordu.

Bu arada bir baktık ki 1980’lere gelmişiz. Grubumuzdan bir arkadaşımızın İstanbul Aksaray’da dolaşırken polis tarafından göz altına alındığını duyduk. On beş gün sonra arkadaş okula döndü. Polisler, kendisine, hiç bilmediğimiz ve gitmediğimiz yerleri, bizle uzaktan yakından ilgisi olmayan olayları sormuşlar. Hatta bazı fotoğraflar gösterek beni tanıyıp tanımadığını bile... Ayrıca karakolda benim ve kız arkadaşımın fotoğrafları olduğunu ve bizlerin arandığını da anlattı arkadaşım.
Bizler bunları dinledikçe gülüp geçtik olanlara. Çünkü bizim böyle bir faaliyetimiz hem yoktu hem de söylenen yerleri bile tanımıyorduk. Arkadaşımız, polislerin kendisinin üstüne çok geldiğini, dövüp işkence ettiklerini, amaçlarının kendisini konuşturmak olduğunu ama onlara direnip konuşmadığını, daha sonrasında serbest bıraktıklarını ama bu işin peşinde olacaklarını ve doğruyu söylemezse onu öldürmekle tehdit ettiklerini anlattı.
Evet, tüm bunlara rağmen arkadaşımız konuşmadı ve onurlu bir şekilde aramıza döndü. Tabii, bu anlatılan konularla hiçbir ilişkim ve bağlantım olmadığı için çok rahattım. Polisin yanlış bilgilendirildiği ve yanlış yerlerde beni aradığı, birileriyle karıştırdığı tellallığını yapıp büyük bir edayla korkusuzca dolaşıyordum etrafta.
Hatta okul gidiş ve dönüşlerinde, polisin kimlik kontrollerinde ve günlük kontrollerinde rahat rahat geçiyordum.
Bir sonbahar sabahı, güneşli bir gün. Sabah 7.30. Televziyonu açtığımda anormal bir durum hemen gözüme çarptı: Marşlar, duyurular vb. ... Bu marşlar ve duyuruları, Kıbrıs Çıkarması’nda duymuştum. Kendi kendime: “Silahlı kuvvetler yine bir yerlere çıkarma yaptı.” diye düşünüyordum. Sonraları, baktım, siyah- beyaz kara kutunun içinde Millî Güvenlik Konseyinin üyeleri, rütbeli yıldızlı generaller,
Kenan Evren’in etrafında toplanmış; Kenan Evren, konsey bildirisini okuyor: “Türk Silahlı Kuvvetler ülkenin yönetimine el koydu. Ülkenın geleceği için ülke yönetimine el koymuştur…”
Sonrasi herkesin malûmu, önce birer birer siyasi partiler, sendikalar, meslekî örgütler, tüm demokratik dernekler kapatıldı. Bu kurumlara ait ne varsa; amblem, afiş, pankart ve şube tabelaları söküldü yerlerinden. Bu kurumlarin yöneticileri içeri alındı. Grev çadırları bir bir kaldırıldı, zorunlu iş başladı. Okullar, askerî ögretmenlere verildi. Mahalle muhtarlıkları, il ve ilçelerdeki tüm idarî birimler, tek kişilik askerî kadroyla yürüyordu. Yani canlı ne varsa susturuldu. Peşimizde bulunan binler, bir gecede bizleri terketmekle kalmadı, yeni duruma göre tüm bu olup bitenleri alkışlar hale geldi. Direniş bitmişti.
Dikta dönemi bi’lfiil başlamiştı. Tüm bu olan bitenleri izlerken bir gün yolum İstanbul Aksaray’a düştü. Aksaray’dan Beyazit’a dönen köşede bir anormallik gözüme çarptı ve hemen arkadaşımın anlattığı, emniyetteki resimler aklıma geldi. Ancak çok geçti. Ortalarda dolaşanlar, simitçi, boyacı ve diğer seyyar satıcılardan hepsi farklıydı. Kendi kendimi teselli ediyordum. Paniklememem gerekiyordu. Belki de düşündüğüm gibi değildi. Kaldı ki benim faaliyetim, demokratik ve sendikal alanda idi. Yasa dışı olacak bir etkinliğim yoktu, bana ne yapabilirlerdiki!… Onlar, silahlı-bombalı yasa dışı etkinlikleri düzenleyen ve yapanların peşindeydiler. İşte böyle karışık duygular içindeydim.
Üniversiteye doğru gidiyordum. Birden kafama bir çuval geçirildi ve kollarım arkadan kelepçelendi. Apar topar, karga tulumba bir araca bindirildim. Bağırmayayım diye ağzım elle tutuluyor, bir taraftan da sürekli küfür ve yumruklar geliyordu bana.
Biraz direndim. Baktım, araba bir sessizliğe doğru yol alıyor. Artık şehrin o şafşatalı gürültüsü yok. Benim sesimi, benden başka hiç kimse duymuyordu. Sesimi çıkaramıyordum. Beynimi “neden ve niçinler” kemirip duruyordu: “ Ne soracaklar, hakkımda ne gibi bir şikayet var, neden gözlerimi kapatıyorlar, bir gören oldu mu, ailem olayı nasıl duyacak?” Sorular, sorular, sorular...

Gözlerim kapalı, çenem ve kafam ağrılar içinde. Birden yoldan çıktığımızı farkettim. Ne kadar zamandır yoldayım bilmiyorum. Tahminen 4-5 saati geçti. Beni, İstanbul’un dışına götürdüklerini ya da İstanbul’un içinde dolaştırdıklarını düşünüyordum ama bildiğim sesler yok:
Korna sesi, araba gürültüsü, insanların bağırtısı... Arabanın arazi yolda olduğunu hissediyordum. Çünkü, arabanın çukurlara, hendeklere girip çıkması ve sallanması buna işaret ediyordu. Her şey karışık, kafam allak bulak ve çatlayacak gibi. Sorular, sorular... Neden ve niçinler... “Ne yapacağım şimdi? Acaba kimsesizler mezarlığına mı gideceğim? Bir daha bu dünyayı görmeyecek miyim? Of anam of! Ah gençliğim aaah!...”

Bir ara araba durdu, kapı açıldı. “Namussuz, alçak!” sesi ile irkildim. Birden yanıma bir kişi atıldı. İniltiler, ağlamalar... “Fazla zırlama ulan! Seni kimse duymuyor, kapat çeneni!” komutuyla ses kesildi. Yine yola devam etmeye başladık. Biraz gittikten sonra araba tekrar durdu ve kapı açıldı. Yine bir kişi, bir kişi daha... derken sayımız beşe çıktı.
Acaba yanımdakiler kim? Bizim arkadaşlar mı? Bu bir taktik mi? Yoksa bunlar polis mi? Arabayla yola koyulduk tekrar ve bir kez daha araba durdu. Bir isim telaffuz edildi ve bir kişi indirildi. Kapı gıcırtısı, bağrışmalar, küfürler, yandım anam yandım sesleri, iniltiler, tokat ve tekmeler...
Kapı kapandı, yola devam edildi. Bu seyanslar devam etti. Diğerleri de indi. En son ben kaldım. Nerdeyim? Nereye gidiyorum? Ne oldu? İstanbul nerde kaldı? Arabaların sesi, insan bağırtıları, korna sesleri nerde? Sanki ıssız bir çöldeyim. Ne kadar zamandır yolda olduğumu bir türlü kestiremiyorum.
Araba durdu. Sıra bendeydi. Koluma girdiler, arabadan indirdiler. Biri sürekli koltuğumun altını dürtüklerken, diğeri kulağıma fısıldayarak: “Allah yardımcın olsun!” dedi. Herhalde bu askerdir. Bana acıdı. Biraz yürüdük. Bir kapı gıcırtısı... İçeri aldılar beni. Bir demir karyolaya elimi, ve ayaklarımı kelepçelediler. Gözlerimi açtılar, kapıyı kapattılar ve gittiler. Her taraf karanlık.
Pis bir koku... İnsan sidiği ve kan kokusu iç içe geçmiş. Durulması mümkün olmayan bir yer. Elimle hafiften sağımı, solumu kontrol ettim. Rutubet ve küf... İnsanın beyni durmakta. Bir de yanlızlık!
En kötüsü de kapkaranlık ve ıssız bir yer. Birden aklıma 12 Mart darbesi geldi. O dönemi yaşayanlar anlatırlardı, bir çok insanı gözaltına almışlar ve terk edilmiş eski evlere, kiliselere stadyumlara toplamışlar. Kendi kendime dedim ki: “Demek ki yer kalmamış.” Tam kafama takılan sorularla boğuşurken birden kapı açıldı. Karanlıkta bir el lambası ile bana yanaşan insanları farkettim. Kaç kişi olduklarını seçemiyordum. Çünkü lambasının ışığı oldukça güçlüydü ve direkt gözüme tutuyorlardı ışığı. Gözlerimi bağladılar ve ordan çıkardılar beni. Bir kaç yüz metrelik yürüyüşten sonra -sanırım yarım saat falan geçti- birkaç kapı açıldı ve beni iterek içeri götürdüler, duvara dayadılar.
Götürenler, kendi aralarında konuşuyorlar; ancak ben duymuyordum konuşulanları. Birden yine kapı açıldı. Birinin içeri girdiğini hissettim: “Hı..hmmm.. demek ki bu ha! Hmm... Alın bunu misafirhaneye!...”
 Ben de kendi kendime, korktuğum kadar kötü birşey olmadığını düşünüp duruyordum. Ancak gözlerimi niçin açmadıklarını da merak ediyordum ki birden sesler yükseldi: “Seni orospu çocuğu! Anasını … ! “ Vurmaya başladılar bana. Yumruklar, tekmeler, küfürler... Ardından iniltiler, ağlamalar... “Durun! Ben bir şey yapmadımmm..” dememe kalmadan kendimi yerde buldum. Tekmeler her tarafıma geliyordu. “Bu iş buraya kadar.” diye düşünmeye başladım.
İnilti sesimle uyandım. Hiçbir şey göremiyorum. Geçici bir körlük olduğunu düşünüyordum. Sonra burnumun direğini kıracak ağırlıktaki kokular gelince anladım ki körlük değildi bu. Yine eski yere getirmişlerdi beni. Bu köhne yerde, başka birilerinin de olup olmadığını merak ettim ama hiç ses yoktu. Etrafımı iyice dinledim ama nafile! Ses yok... Yorgun, bitkin düşmüşüm. Ellerim ve ayaklarım bağlı durumda düşünüyordum. Sanırım uykuya dalmışım.
Birden gürültüler, bağırtılar, iniltiler gelmeye başladı. Yalvarmalar, küfürler... Duracak gibi değildi sesler. “Peki ama bu ses nerden geliyor?
Acaba birine mi işkence yapıyorlar? Kâbus muydu bu yoksa montaj ses mi? Acaba bu işin psikolojik boyutu olan ikinci fasıl mı?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Artık açlığımı hissedemeyecek kadar kafam meşgul ve takıntılıydı.
Tam olarak hatırlayamıyorum ama birden kapı açıldı. İçeriye birileri girdi. Lambayı gözüme tuttular ve gözlerimi bağladılar yine. Babacan tavırlı biri, acıyan bir ses tonuyla bağırmaya başladı: “Kim bu çocuğu dövdü? Alçak herifler! Sizde hiç mi Allah, din korkusu yok? Bu çocuğun hali ne? Açın ellerini, ayaklarını! Oğlum, senin suçun ne? Ne yaptın ki seni bu hale getirdiler?” Ben konuşacak halde değilim, başım ağrıyor, çenem ağrıyor, dudaklarım patlamış.
Anlaşılmayacak düzeyde bazı soruları yanıtladım.
 Ama ağlaya sızlaya... Ne dediğimi tam hatırlayamıyorum. Ve yine babacan adam konuşmaya başladı: “Bir isteğin var mı? Karnın aç mı? Susadın mı evladım? Ben sana yiyecek gönderirim şimdi.”
Adam gitti. Hayli zaman geçti. Açım ve açlıktan gözüm karararıyordu Sanırım üçüncü gün devir oluyordu. Kendime biraz gelmiştim. Kafamı bir kaldırdım, tahta kapının arasından içeriye güneş sızıyordu.
Zamanın gündüz olduğunu anladım. Işıklar, loş bir şekilde içeriye doğru süzülüyordu. Ben de bunu fırsat bilerek etrafıma bakınıyordum. Bir de ne göreyim! Benden başka kimse yok. Uzağımda tabuta benzer bir şeyler var sayısızca. Bunlar da ne? Bina, terk edilmiş eski bir kiliseyi ya da camiyi andırıyordu. Yıkık dökük durumda. Ağır kokular artık beni zorlamıyor; yalnızlık, karanlık ve etrafımda ne olduğunu henüz bilmediğim şeyler beni korkutuyordu.
Beynimde cevap bulamadığım “neden ve niçinler” ve bundan sonrasında ne olacağını kestiremediğim akıbetimi düşünürken uykuya dalmışım.
Birden kapi gıcırtısı... Uyandım. İçeriye insanlar girdi, gözlerim bağlandı, ellerim kelepçelendi. Bir sandalye getirdiler ve sert bir komutla oturmamı söylediler. Oturdum, sorular başladı: “Hangi örgüttensin? Örgütün liderlerini biliyor musun? Hangi soygunu yaptın? Nihat Erim’i sen mi öldürdün? Başka kimi öldürdün? Anlat!... Aslında bunları biz biliyoruz, bizi uğraştırma.
Sen söyle! Biz isteriz ki sen anlatasın. Konuşmazsan seni öldürürüz. Kimse de bilmez, kimseye de hesap vermeyiz. Konuş!” Elime bir kalem ve kağit verdiler: “ Haydi yaz!” ... Ne yazabilirdim ki? Bu söyledikleriyle hiçbir ilişkim yok. Başım hafif dik, gözlerim ise yazı yazacak kadar açık. Sağa sola bakmamın benim için iyi olmayacağını tehdit edercesine söylediler. “Ben bir şey bilmiyorum, sendikal faaliyetten başka bir faaliyetim olmadı.” dememe kalmadan bir yumrukla kendimi yerde buldum.
Ellerim havada kalacak şekilde bağlandım. Sonradan öğrendim; bu Filistin askısıymış. Önce bir şey hissedemiyorsun. Acısı daha sonra çıkıyor. Bir iki yumruğun acısı ile uğraşırken sonra dayanılmaz ağrılar başladı. İniltiler, bağırtılar, küfürler, vücutta sigara söndürmeler derken ben bayılmışım. Birden bir kova soğuk su ile uyandım.
Sorduklarına cevap verecekmişim! “Bilmiyorum, ben sendikal...” Daha cümlemi tamamlamadan başladılar bağırmaya: “ Hmmm.. ha biz seni konuşturmasını biliriz. Yatırın falakaya namussuzu! Vatan haini!”... Yatırdılar. Ellerimi ve ayaklarımı bağladılar. Vurma faslı başladı ve ardından küfürler, iniltiler, ağlamalar... Ben yine bayılmışım.
Kendi ses iniltimle kendime geldim. Her taraf karanlık... Ölüm, benim için bir kurtuluş olacak. Kafam sanki bana ait değil gibi. Kendimi, vücudumu kontrol edemiyorum. Perişan ve bitkinim. Ağrılar, yorgunluk, baş ağrısı derken öylece gitmişim. Zamanı hatırlamıyorum.
Kapı gıcırtısı... Gözüme gelen lamba... Ellerim kelepçeli. Yine gözlerim bağlandı ve yine tok bir ses:.”Akıllandın mı? Konuşacak mısın efendi efendi? Yoksa... bak sana yazık oluyor, biz sana acıyoruz. Sen burda can çekişirken arkadaşların şimdi yaşıyorlar dışarda. Kimsenin umrunda değilsin. Gel sen de konuş kurtul.” “Ben yapmadım, bilmiyorum.” demeye kalmadı yine aynı tok ses: “Götürün sandalyeye!”. Ben zaten ayakta duramıyorum. Koluma iki kişi girdi. Beni götürüp oturttular bir yere.
Ellerim, kollarım bağlı... Cinsel organıma, göğsüme, meme uçlarıma elektrik vermeye başladılar. Elektrik seyanslarından sonra ben yine gitmişim. Bir kova soğuk su ile uyandım. “Cevap verecek misin?” diye sordular. Oysaki ben hiçbir şey bilmiyordum. Kollarıma girdiler. Ayakta duramıyordum. Beni tuzların üzerinde yürüttüler. Dayanılmaz bir acı! Ben yine gitmişim.
Birden soğuk ve çıplak bir şekilde kendime geldim. İrkildim, uyandim... Çıplak bir vaziyetteyim. Korktum. Ne olduğunu kestiremiyorum. Gözlerim, ellerim, ayaklarım bağlı. “Herhalde bu iş bitti.” dedim. “Beni yıkıyorlar; belki de savcılığa gönderecekler.” diye düşündüm. Birden ayağımı yerden kesen tazyikli buz gibi bir suyu üstüme tuttular. Ben de, çok susadığım için biraz içerim düşüncesi ile içmeye kalktım ama ne mümkün! Su, adeta beni parçalıyor. Yaralarım nasıl sızlıyor!... Dayanılacak gibi değil!
Küfürler, gülüşler... Hakaretin biri bin yerden... ve ardından derin bir sessizlik!
Uyandım. Artık gözlerimi açacak takatim yok. Herhangi bir cismi ayırt edecek durumda değilim. Günleri, saatleri hatta haftaları bile unuttum. Kafam kazan gibi... Ailem, arkadaşlarım hepsi gözümün önünde bir film şeridi gibi geldi geçti.
Gençliğime doyamadan bu iş buraya kadar, diye düşünüyordum ki kapının gıcırtısı ile hayal meyal uyandım. Başıma dikilen kişi, baba rolündeki adamdı. Bir bardak su ve kuru bir parça ekmek, bir de tabağın içinde ne oduğunu bilemediğim bir şeyler getirdi. “Ne yapmışlar zalimler? Nasıl kıydılar sana? Su ve ekmek getirdim, bunlari ye! Yazık değil mi yahu? Sen burda acılar içinde iken onlar dışarda hayatını yaşıyorlar. Bildiğini söyle de kurtul!...” Benim ne cevap verecek, ne de getirdiklerini yemeye takatim var. Getirdiklerini bırakıp gitti. Su ile hafiften dudaklarımı ıslattım. Yemeye gücüm yok... hatta kollarim ekmeğe bile uzanamayacak kadar güçsüz. Aradan biraz zaman geçti. Yine iniltiler, ağrılar, “of anam ooof”lar...
Başım da çatlayacak gibi... ölüyorum, bayılmışım, hiçbir şey hatırlamıyorum. Yine kapını gıcırtısı ile uyandım. Yine bildik seyanslar, sonu gelmeyen sorular, dayaklar, küfürler... Ben, artık hiçbir şey hatırlamıyordum. Zamanın ne kadar geçtiğini, kaç gün geçtiğini bilmiyordum.
Kapının gıcırtısı ile kendime geldim. Ortalık hafiften karanlık. Dört kişi seçebiliyorum. Bana yakın bir yere, tabuta benzer bir şey getirip bıraktılar ve çekip gittiler.
Kimdir? Nedir? Ölü mü, diri mi? Sorular, sorular...Ah, başım!... Bir de farkına vardım ki ellerim, ayaklarım bağlı değil. Kafamın içinde uğultular, sancılar, kuşkular... ve yanıbaşımdaki bu bilinmezlik beni besbeter öldürmekte. Tam o ruh alemindeyken birden gıcırdayan bir ses! O gelen şeyden hareketlilik başladı.
Ben put kesildim, acılarımı unuttum, gözlerim faltaşı oldu, onu izliyorum. Hareketlilik hızlandı, gıcırtı çoğaldı. Allahım bana sabır ver! Nedir bu, in mi, cin mi? Hayal mi görüyorum, düş mü? Yoksa gerçek mi? Gıcırtı, gıcırtı... Birden kapak açılma sesine benzer bir sesle o şeyden sesler geldi. Titriyorum. Heyecanlanmaya başladım. Allahım nedir bu?
Bu kimdir?
Sesim çıkmıyor. Bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum. Yalnızca titriyorum. Acılarımı unuttum. Gıcırtı büyüdü, büyüdü, kapak açıldı ve “küüüt!” diye yere düştü.
Ben donakaldım. Kendimi yokladım; adeta vücudum bana ait değil gibi. Karartı ile beraber yumruk gibi bir şey belirlendi. Yavaş yavaş yükselmeye başladı. Of Allahım!... kola benzer bir şey havaya dikildi. Bir yumruk yükseldi, yükseldi, yükseldi...

Tabutta gıcırtılar başladı. Tam bir ölüm pazarı. İşkenceye razıyım. Hatta işkencecileri arar duruma geldim. Çekemiyorum, bağıramıyorum, dilim tutuldu sanki. Gıcırtılar çoğaldı. O anda kendimi yatağın yanında buldum. Kan ter içindeyim. Kalp atışlarım hızlandı. Kontrol edemiyorum. Gelişmeleri seyrediyorum. Sesler iyice arttı. Gözüm tabutta ama karanlıkta tam seçemiyorum. Birden kafaya benzer bir şey tabuttan dışarı çıkmaya başladı. O yükseliyor... gıcırtılar yükseliyor...
Dayanılmaz bir durum. Kendi derdimi bile unuttum. Ayın içeri sızan ışığına doğru sürünmeye başladım. Tabuttaki cisim yükseldi, yükseldi... tam seçilmiyor ama ana hatları ile bir insana benziyor. Ben sürünmeye devam ediyorum. Cisim, tabuttan “küüüt!” diye çıktı.
Tak!...tak!... bir sesle bana doğru gelmeye başladı. Ben ışığa doğru sürünüyorum. Yaralarımı, acılarımı, açlığımı, susuzluğumu unuttum. İşkencecileri arar duruma geldim. Çekilir gibi değil! Tak!...tak!... geliyor.
Ben ışığa doğru sürünüyor ve ilerliyorum.
Zaman geçiyor... Ölüm ve yaşam arasındaki ayrım ince bir çizgi kadar. Ölüm bir soluk ötede... Çırpınıyorum, sürünüyorum ışığa doğru. Peşimdeki ses “tak.. tak..” geliyor.
Ben bu sürünme uğraşı içindeyken elimle etrafı kontrol ettiğimde bir merdivenin dibinde olduğumu anladım. Tak../tak../... Ses bana doğru geliyor; çırpınıyorum.
Kan ter içindeyim. Kalbim duracak gibi. Ve yine “tak../tak!...” ses geliyor. Bağıramıyor, sürünüyorum merdivende. Yukarı ışığa doğru ne kadar sürünerek yürüdüğümü bilmiyorum. Merdivenin neresinde olduğumu bilmiyorum. Işık azalmakta, ay batmakta ve daha kötüsü sesler bana doğru gelmekte. Karanlıkla beraber yüzüme rüzgârın serinliği vurdu.
 Merdivenin sonuna geldim. Dışarı kapkaranlık. Karanlık! Göz gözü görmüyor. Bağıramıyorum. Hangi tarafa yönelirsem ses de o tarafa yöneliyor. Kendimi minarenin balkonunda buldum.” Kaç saat geçti? Peşimdeki nedir?
Ne olacak?”.
 Bütün bunları henüz düşünmeye başladım. O ses, bir nefes kadar bana yakın. Göremediğim bu zulüm ne?
Yol bitti... “tak…/ tak…/...”
Yaklaşıyor gitgide. Yaşam, bir film şeridi gibi gözüm önünde. Başka çarem yok, kendimi minarenin balkonundan atacağım. Ses yaklaşıyor...
Ölüm ile yaşamın kesiştiği o incecik, kıl kadar bağın kopması an meselesi! Zaman daralmakta ve ölüm bir adım ötede.
Tak../tak../tak tak../tttttttttaaaaakkkkk tttttttaaaaakkkk...
Karanlıkta bana bir el uzandı. Anam…/ anaaam../ Serin bir yel ile titreşim birbirine karıştı. Gözlerimi açamıyorum. Başımın ağrısı, iniltiler, titreşim, kafamdaki uğultular... Ve birden, bana şaşkın şaşkın bakan koskocaman olmuş dört tane gözle karşılaştım.
 “Kim bunlar?, Nerdeyim?, “Ne neee nnneee oo..olduuu baaannaaa?, Kimsinnnnniz?”...
Korkma!... Korkma!.. Bir şeyin yok! Karyoladan düştün, dediler.
Kemal
24 Eylül 2005
Bellinzona Ch